9 Ocak 2018 Salı

Peki Öyle Olsun

Öyle bir vakit gelir ki; akşam uzaklaşmış gündüz kayıptır. 
Gece kulağıma senden bahsetmeye başlar. 
Zaman geçmiş, zaman gelmiş ve sayısı kendini kaybetmiştir günlerin, ayların hatta yılların. 
Hatıralar birbiriyle sarmaş dolaş, isimlerin heceleri muallak, yüzler bulanık. 
Güzeller seni ağır ağır loş odada ince ince çalan keman sesi. 
Bahar gelecekmiş gibi hissettirir bir an dalınca gözlerim boşluğa. 
Bir tebessüm belirecek gibi olur yüzümde, ama olmaz. 
En uzak hayallerimde yaşamaya devam edeceksin kısacık ömrümde. 
Senin yerine yalnızlığa sarılıp uyumak alışkanlık haline geldiğinde kabullenmek zorunda kalırım: Hayat bu.

Her şey güzel olur demeye cesaret edemem sen yoksan içinde kurduğum düşlerin. 
Bir cümlede geçmesen de en azından bir hecede geçsen keşke. 
Yazılacak yazımda olmalıydın diye düşünürüm soğuk kışlarımda. 
Bir şiire ismini vermeliydin ya da sevmeliydin hiç değilse. 
Sana kızabilmem gerekirdi soldururken kelimelerin renklerini. 
Siyah beyaz değildi halbuki dönerken dünya o zamanlarda, bulamasam da gözlerini hiç bir tonda.

“Peki öyle olsun” demeyi sabaha ertelerim her gece, vakit geldiğinde. 
Bir başka şehirde, bir başka hayat yaşanacak bu gece. 
Bensiz bir rüzgar camını okşayacak, ne anlatacak sana bilemem. 
Bir derin nefes çekerim karanlıkta. 
İçinde senden bir parça olur belki diye. 
Cılız bir kokuda seni ararım, umudumun son demlerinde. 

12 Temmuz 2016 Salı

30. metre

Hazırsanız başlayalım buyrun 30. Metreye
Dünya dursun biraz, başlasın başım dönmeye
Zaman mola verse diye geçsede aklımdan
Sabah yine kovalayacak yaramaz gecenin ardından
Sınırların var ise korkma demek ki insansın
Herkes birşey beklesede tek başına kalansın
Akışına bırakmayı öğretir sana hayat denen nehir
Tersine kulaç atsanda dertler kucağına gelir
Bir varmış bir yokmuş diye anlatılır geçmiş günler
Yarınlara ulaşmak isterken çekiştirir dünler
Bir çanta, bir bilet ve birazda müzikle
Kaç git uzaklara kal biraz kendinle
Aradığın şeyi bilmeden bakınma etrafa
Cevapları zaten biliyorsun soruları yakala
İşte bunlar son metrede aldığım derslerdi

Hoşçakalın 20lerim, herşeye rağmen güzel günlerdi

16 Ağustos 2015 Pazar

Yolculuk

Çok fazla vakit yok acele et ilk defa bu fırsatı yakaladın hatta belkide son defa olacak.  Şu anda bu işi bitirdin bitirdin. Hayatın boyunca bu anı bekliyordun. Geçmişinde yaşadığın tüm olaylar şuanda çözümlenecek. Bütün bu anılar olarak tanımladığın olaylarların birleşimi sana bahşedilen hayatın ta kendisi. Rahatsız olduğun yüzlerce şey arasında kendini en çok gösteren, canını en çok yakan, soğuk, dokunulmaz, kafanı çevirdiğin heryerde gözlerinin içine bakmaya çalışan, kaçamadığın ve aslında çözümlediğinde herşeyin çok güzel olacağı muhteşem soru tam şuanda karşında. Neden burdasın? Bunca yıl neden yaşadın? Samimiyetsizlikle binlerce cevap bulabileceğin bu sorunun gerçek cevabını veremediğin sürece bir sonraki seviyene geçme şansın olmayacak. Zamanının geldiğinin zaten farkındasın hatta sabırsızlanıyorsun. Merak etme tahmin ettğin gibi güzel olacak. Derin bir nefes al. Hazırsın artık. Korkmuyorsun farkettin mi? Gözlerini iyice aç bak seninle konuşmaya başladık.
Zaman sana gösterilen en büyük ilizyon şuandan başka bir gerçek an yok. Dün gerçek değil artık dokunma şansın oynama şansın yok sadece bir tablodan ibaret. Bu tabloyu izleyerek gerçek anlarını geçmişe yani ilizyona çevirdiğinin farkında ol. Gelecek dediğin şeyde çok farklı değil. yaşanmış kabul ettiğin fakat milyonlarca ihtimalden sadece seni tatmin edecek olanı seçtiğin bir film. ilerlemek istiyorsan gerçek olmayanlardan kendini kurtarman gerekiyor. Sorunun cevabını şuana sakladık, artık şimdiye odaklanıp istediğin cevabı bulacaksın. Geçmiş veya gelecekte o kadar çok kayboldun ki gözünün önündeki cevabı görme şansın olmadı.
Tek tek etrafındaki her şeyi gördü gözlerin peki hepsini aynı anda görmeyi denedin mi? Bak hadi gökyüzündeki güneş, bulutlar, etrafındaki dağlar, ağaçlar bir bütünü oluşturan sadece maddeden ibaret sandığın fakat iç enerjileriyle sana bir şeyler anlatmaya çalışan mükemmel düzenin her bir parçası nasılda birbirine bağlı. Aslında hayatın boyunca seninle beraber bıkmadan usanmadan uyanmanı beklediler. Seslerini duy! Kibirden uzak bir şekilde senin için neler yaptıklarını anlatıyorlar. Mutluluk diye kovaladığın şey aslında bencilce bir tatmin duygusuydu. Şimdi anlıyorsun ki aslolan hissiyat şükrandı. Evet aklında şimdi canlanan şey işte aradığın.  Bütün güzel duyguların aynı anda  yaşamak, bütün düzeni ayakta tutan muhteşem ve sonsuz enerjiden bir yudum tatmak. Bu muhteşem eserin bir parçası olmak... Neden buradasın görebiliyorsun, hissedebiliyorsun artık.
Bugüne kadar belkide binlerce defa şükrettin her zaman içinde bir burukluk vardı. Kötü olduğunu düşündüğün yaşanmışlar arasında arayıpda bulduğun ufak mutlulukların için şükrettin. Ne kadar körmüşsün meğerse. Şuanda farkına vardığın şeyleri idrak etme yeteneğinin sana bahşedilmiş olması bile bütün o ufak tefek keyif kacıran olayların görünmez olmasına yetecek kadar büyük bir ışık kaynağı. Burada bu muhteşem düzenin farkında olduğun, şahit olduğun ve en önemlisi bir parçası olduğun için şükranlarını sun. Fark edeceksin ki bu şükür bataklığa dönmüş ruhundan kuvvetli bir akarsu gibi geçerek seni arındıracak ve hayat verecek. İkinci seviyene hoşgeldin.

22 Ocak 2015 Perşembe

Bugündü

Tam da bugündü; hayatım başladı, hayatım bitti. Ne yarını düşündüm, ne de dünü unuttum. Zamanı çek çıkar hayatından elinde bir tablo kalır sadece. Kimi zaman bakıp hüzünlenirsin kimi zaman neşeni yerine getirecek tek şeydir. Büyümedin hiç ya da hiç çocuk olmadın, hiç kimse giremedi hayatına senden başka, ya da kimseyi çıkartamadın.

Tam da bugündü; eskiyle yeni birbirine karıştı. Bilemedin söylemen gereken kelimeleri, zamanın anlamını kestiremedin çünkü. Değişkendi herşey, kişiler, yerler, olaylar ya da hep aynıydı hayatın. Hislerini anlayamadın, sevindin mi üzüldün mü anlatamadın, neydi bu duygu?


Tam da bugündü; çünkü bütün günler aynıydı. Aslında tek bir gün vardı hayatında. Yaşanan onca şey hepsi bir güne sığmıştı. Uzun bir gündü hayatın ve o gün tam da bugündü.  

29 Nisan 2014 Salı

oda

Efkarla döndü dönme dolabın oturakları, kaldırımlar kaldırdı yere düşen suratımı.
Olmalı bir özgürlük isyanı iç cebimde, telaşla bakındım bir not buldum ellerimde.
On üzerinden üç gelmiş, ben almamışım hoca vermiş. Çekinmiş fikrini saklamış derviş.
İnatla aldığım nefes doldurmaya çalışır ciğerimi, tamamlamaya yeter mi bilmem seferimi.
Vurdum yüreğine mısraların, gözüm kara acımadım, saklamaya çalıştım ama yağmurumu tutamadım.
Akıp gitti elimden zamanım dertlendim, en yakınım kara kalem tuttum ona terslendim.
Bilinmezler arttıkça umutlar azalacakmış, benimle denklemi çözen kazanacakmış, peh.
Yıldırım düştü gecemin ortasına irkildim, aynaya baktım dalga geçtim sonra biraz silkindim.
Yıllarım düştü sonra aklımın ortasına dondum, kelebek oldum kaçtım geçmişe kondum.
Tanıdık yüzlerlerin, yüzlerini göremedim, seslerin yankıları sadece kim olduğunu seçemedim.
Uyandım sandım kalktım sigara yaktım, rüya daha bitmemiş gözlerimi karanlığa açtım.
İstenmeyen sebeblerle kendime rahatsızlık verdim, odamın içinde kalktım uzaklara gittim.
Bir köşesi yaz günü dünyam kadar büyük odam, diğer tarafı soğuk, yazı bile yazamaz  adam.
Hikayenin devamını yazmaya tahammül edemedim, hatıralar karıştı gerçekleri bilemedim.

5 Aralık 2013 Perşembe

ÇIRAK


Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kutsî tepeyi."
İYTE anısına...
1.Kısım
Kışın yorgunluğunu üzerinden atan İstanbul üzerine doğan o gün sarayda yaşanacak hareketliliği bilircesine sabah karanlığını omuzlarından silkeliyordu. İyiden iyiye hissedilen sıcaklık saray muhafızlarının serin geçen geceden sonra belkide en anlamlı tesellisi olmuştu. Heybetli Topkapı Sarayı şehrin hatta ülkenin büyük sorumluluğunun farkında olacaktı ki; denizler okyanuslara karışsa yerinden kıpırdamayacak bir dağ gibi bütün ihtişamıyla ve kendinden emin sakinliğiyle Osmanlı İmparatorluğunu temsil ediyordu. Saraydaki rutin hareketlilik yerini İran elçilerinin saray yolunda belirmesiyle bir telaşa bıraktı. Saray kapısında sorulan sorulara cevap veren elçiler İran Şahının mührü ile giriş koşullarını yerine getirmiş oldular. Saray içinde meraklı gözlerle izlenen İran elçileri bir taraftan sarayın içinde yürürken bir taraftan da kendi aralarında konuşarak Topkapı’nın ihtişamı karşısında omuzlarında oluşan ve her adımlarında daha fazla ağırlaşan yükü hafifletmeye çalışıyorlardı. Saray içindeki kısa yolculuğun sonunda padişahın huzuruna çıkacak olan elçileri karşılayan özel korumalar keskin bakışlarla son bir kez elçileri ayaklarından başlarına süzdüler. Elçiler birbirlerine baktıktan sonra birkaç adım öne çıkarak padişahın huzurunda eğildiler . Elçilerden diğerine nazaran kısa boylu olan bir adım daha öne çıktı. Yüzünü yukarı doğru çevirirken alnından süzülen bir damla ter yere düştüğünde zaman adeta yavaşlamış, son kez aklından hazırladığı konuşma için zemin oluşturmuştu. Titremeyen ve net bir sesle “Allah’ın selamı üzerinize olsun yüce Osmanlı Devleti’nin Haşmetli Padişahı.” cümlesini tamamladı. Padişah verilen selamı onaylarcasına elini yukarı doğru yavaşça hareket ettirdi. Ve sordu: “Nedir Şahınızın iletmek istediği derin mevzu?” Elçi padişahın sözünü bitirdiğine emin olduktan sonra derin bir nefes alıp elindeki kağıttan okumaya başladı: “ Kudretli Osmanlı Devleti Padişahı’nın kendi adına yaptıracağını haber aldığım Süleymaniye Camii’nin dört yıldır süren inşaatında tek bir taş olmaması bizi bir dost olarak telaşa sürükledi şayet ki gönderdiğim sandık dolusu mücevherler cami inşaatı için yeterli olmaz ise arzu ettiğiniz zaman tekrar yollamaktan gurur duyarız.” Cümlesini bitiren elçi padişahın yüz ifadesini görmek için başından olmayı aklından geçirse de bir anlığına kendisini kontrol ederek gözlerini kaçırdı ve diğer elçini yanına doğru gitti. Padişahın omuzlarından beynine doğru ilerleyen ateş gözlerinden çıkmak üzereydi. Bir bahar gününde İstanbul’da sarayın kalbindeki soğuk hava yürekleri donduruyordu. Salondaki herkes padişahın azından çıkacak lafları büyük heyecanla beklerken sessizliği padişahın tok sesi bozdu: “Bu sandıkdaki mücevherat benim adıma yapılacak cami için yeterli olsaydı benim tahtımda İran Şah’ı otururdu. Lakin bu sandığı camimiz için mütevazi bir hediye olarak kabul edersek Şahınız için daha değerli bir hediye olur.” Sarayda esen soğuk rüzgarlar elçilerin sarayı terk etmesiyle dineceğe benzemiyordu. Padişahın sesi saray duvarlarına gök gürültüsü gibi çarptı: “Tez başmimarı getirin!”
2. Kısım
Hergün çekinerek gittiğim kapının önünde ogün farklı bir kalabalık, değişik bir telaş vardı. Usulca içeriye girdim. Birkaç asker Mimar Sinanla hararetli hararetli birşeyler konuşuyorlar ve Padişahın çok önemli bir konuda kendisini huzura çağırdığını anlatıyorlardı. Sinan sanki herşeyin ogün olacağını biliyormuşcasına rahat bir tavırla hazrılanmaktaydı. Vefadan saraya giden yol boyunca süren sessizliği huzura atılan ilk adımda padişahın haykırışları bozdu, “ Sen bu devletin başmimarısın, bu ülkenin başmimarı cihanın en kudretli mimarı olsa bile kaç nefesi olduğunu bilmeye vakıf değildir. Sen ömrünün nekadar olduğunu bilmezken benim adıma yapacağın caminin inşaatına nasıl olurda hala başlamazsın. Yarından tezi yok ilk taş konulsun ki, el kudretimizden sual olmasın.” Sinan tek bir söz etmeden huzurdan ayrıldı. Dört yıl önce vurulmuştu ilk kazma toprağa halbuki. Kubbesi yüksekliğine eş derinlikte temel kazılıp küre şeklinde ızgara bir temel yapılmıştı. Koca Sinanın düşündüğü bu büyük mabedi toprak taşıyamaz diye Halice kadar yirmi metre de bir bentler yapılmıştı. Bütün ayakları bağlı forsa temeli yerin altına indirildi. Üç yıl sürmüştü temeli bitirmek. Temel bittikten sonra tamamen toprağa otursun diye “bir sene bekleyeceğiz” demişti mimarbaşı. Bu süreçte bina ile ilgili detayları çizmeye sürekli devam etmişti. Devletin büyüklüğünü gösterecekti, Padişah adına yapacağı bu cami, ihtişamını bu güçten almalıydı. En büyük kubbe, en sağlam yapı, en görkemli mabed ve elbetteki Ayasofyadan çok daha ileride olmalıydı. O günlerde küçük bir şey öğrenirim diye gittiğim kapısından daha olgunlaşarak çıkmanın sevinci oldu hep içimde. Mimar Sinan her zaman ilmini gençlere aktarmaktan yanaydı. “Bende çiğdim piştim, merak ettiğin olursa çekinmeden sor” derdi, asıl çekinmem ise onun bu bilge kişiliğiydi. Ayrıntıları en büyüğünden en küğüne kadar düşünmek gerektiğini bana o aşıladı, çünkü o Mimar Başı Koca Mimar Sinan Ağaydı.
3. Kısım
Padişahın, inşaatın tamamlanmasını istediği tarih takribi üç yıl sonraya denk gelmekteydi. O kocaman temelin önünde duran mimarların, işçilerin halkın kafasında tek bir soru vardı belkide o günlerde “Bu inşaat üç yılda bitebilirmi”? Koca Sinan padişahın emrettiği üzere ertesi gün inşaatı başlattı. İnşaat alanına ülkenin dört bir yanından gelen taşlar yığılmıştı. Kimse bilemezdiki o taşlar üstüste konulduğunda dünyanın en görkemli camilerinden biri meydana gelecekti. Mimar Sinan inşaatı iki bölümde tamamlayacaktı dört köşesinde minare olan avlu ve caminin kendisi. Ülkenin en iyi taş ustaları çağırılmıştı inşaat için. Mükemmel olmalıydı herşey. Caminin dışduvarlarının yapımına hızla başlandı. Yükseldikçe duvarlar yeryüzünde, yavaş yavaş daha ii anlaşılmaya başlanıyordu ne denli büyük bir yükün altında olduğumuz. Özel olarak seçilmiş beyaz gri taş İstanbulun silüetine damgasını vuracaktı. Geçen bir yıl içerisinde caminin en ufak detayını dahi öğrenmek için çaba sarfetmiştim. Duvarların nasıl örüleceği, kubblerin nasıl yerşetirileceği, kolonların ve kemerlerin nasıl konumlanacağı, minarelerin nerelere konulacağı ve sabır isteyen oymacılığın ve çinilerin nasıl kullanılacağı. Mimar Sinan’ın kendinen emin tavırları çalışanlarına herzaman büyük bir destek olmuştu. Ondan öğreneceğim daha çok şey vardı. O kendisini usta olarak nitelendirmese de o ülkenin en usta mimarıydı. Duvarlar hızla yükseliyordu. Sinan, Süleymaniye için bugüne kadar olandan farklı bir teknik kullanacaktı. Dört büyük paye üzerine konulacak büyük kubbeyi taşımaya yarım kubbeler yardım edecek, en son bu kubbeler büyük dış duvarlara basacaktı. Caminin inşaatı hızla devam ederken avlunun inşaatınada başlanmıştı. Avlu, etrafında yirmi sekiz küçük kubbeyi taşıyan revaklı, ortasında şadırvanı olan bir iç alana sahip olacaktı. Ve camiye girişler burdan yapılacak üç ana giriş kapısından sağlanacaktı. Büyük dış duvarların yapımı, kurulan dev iskelelere palanga sistemi yardımıyla taşınan taşlarla devam edilliyordu. Büyümekte olan çocuğunun gözünün önünden ayrılmamasını isteyen bir baba gibi sürekli inşaatının başındaydı Mimarbaşı. Duvarlar tamamlandıkça iç mekan algısıda yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı artık. Duvarlar tamamlandığında sıra büyük kubbeyi taşıyacak dört büyük payeyi ve Dört yarın kubbeye yapmaya gelmişti. İnşaatın belkide en önemli kısımlarından biri bu aşamaydı. Çünkü bu güne kadar yapılmış en büyük kubbeyi taşıtacak çok önemli elemanlardı. Herkes gibi Mimar Sinanın’da endişeli olduğu gözlerinden okunuyordu. Çünkü artık o büyük an gittikçe yaklaşıyordu. İskenderiyeden getirilen büyük mermer paye taşlarının yerleştirilmesi çok dikkatli devam etmişti. Bu dev kolonların inşaatı bittiğinde ise dış duvaraları kolonlara bağlayan kemerler inşaa edildi ve yarım kubbelerin inşaatı tamamlandı. Artık sıra akıl almayacak şekilde tasarlanmış olan ana kubbenin yükünü kolonlara taşıyacak olan kemerlerin inşaasına gelmişti. İskeleler tamamlandı ve son taşa kadar inşaat hızlı bir şekilde devam etti.
4. Kısım
Dört ana kolon ve kemerlerin inşaatının son gününde artık aklımdaki sorular iyiden iyiye beynimi kemirir hale gelmişti. Yataktan sanki hiç uyumamış gibi kalktım sabırsızlığım, eminim adımlarıma hatta bakışlarıma yansıyordu fakat kendimi tutmak adına yapabileceğim hiçbir şey yoktu. İnşaata girdiğimde Mimar Sinan gözlerini kolonların arasındaki kemerlere çevirmiş elleri arkadan bağlı bir şekilde ayakta duruyordu. Yanına yaklaşırken adımlarım istemsiz olarak yavaşladı ve bütün yol boyunca topladığım cesaretim adeta bir güvercin olup görkemli caminin kubbesine doğru uçtu gitti. Fakat kararlıydım mimarı uyaracaktım ve nihayetinde sessizlik bozuldu fakat konuşan ben değildim. Sinan şefkatli bir ses tonuyla: “Bazen hocandan öğreneceğin şeyler hocanın sana vermek istediklerinden fazladır bu fazla bilgileri öğrenmek için ne yapman gerekir bilir misin?” Haşmetli Osmanlı İmparatorluğunun başmimarının bu mütevazi ve sefkatli ses tonu bir an için derin bir nefes alıp silkinmeme yardımcı oldu. Sakin bir şekilde sorusuna cevap verdim: “hayır bilmiyorum efendim” Sinan gülümsedi ve aynı ses tonuna birazda alaycı bir hava katarak “soru sorman lazım evlat” dedi. Yüzümde oluşan gülümsemeyi saklamak istemedim fakat hocamın öğrettiğini uygulamam gerektiğini fark ettim. Rahat ses tonumla “ beyim, bu iskeleler ayrıldığında bu taşlar nasıl olurda havada birbirini tutar?” Sinan tekrar gülümsedi ve cübbesinin içinden bir kağıt çıkardı.Özenle katlanmış kağıdı yine özenle açan mimar yavaşça kaldırdı kolunu ve kağıdı bana doğru uzattı. Kağıdın büyük önem taşıdığını fark ederek dikkatlice iki elimle kavradım. Kağıtta bu kemerlerin planları ve kemerin son parçası olan taşın önemini vurgulayan yazılar ve formüller vardı. Bir an için gözlerimin dehşetle Sinan’a baktığını fark ettim. Bu nasıl bir sistem nasıl bir formüldü bu nasıl dahiyane bir plandı? Kendimi suçlamaktan vazgeçtim ve Osmanlı İmparatorluğunun baş mimarı olmak ne demek işte o an kavradım. O gün daha fazla şaşıramayacağımı düşünmek en doğal hakkımdı fakat mimarın sesi ve ustaya verdiği emire kulak misafiri olduğumda bir kez daha şaşkınlığa düştüm. Kemerlerin arasına bu kağıdı yerleştirmekten bahsediyordu. Bu sefer soru sormadan önce biraz düşünmek istedim. Neden koca Sinan, ustadan böyle bir şey yapmasını istiyor olabilirdi? Gözlerimin önüne caminin bitmiş halini getirdim sonrasını düşünmek için aklımı zorladım. Ben ki bütün inşaat boyunca mimarın yanındaydım onun öğrencisiydim, ben bile bu kolon köprü sistemini o kağıda bakmadan kavrayamazken, bizden sonra camiyi emanet edeceğimiz mimarlar nasıl olurda bu sırrı çözebilirdi? Koca Sinan bunları daha ilk günden biliyordu ve önlemini çoktan almıştı. Hayran olmamak elde değildi. Artık büyük kubbenin yapılması için önümüzde bir engel kalmamıştı. Süleymanın camisinin kaba inşaatı artık bitime çok yakındı. Minarelerin yapılmasına geçilmişti. Dört minare yapılacaktır. Ve yine tüm yapıdaki gibi herşey o kadar hızlı ilerlemiştiki dört minare göz açıp kapayınca kadar bitirildi. Avlunun ortasında durmuş minareleri dikkatli birşekilde inceliyordum. Arkamdan bir ses şöyle dedi “gördüğün şey sadece dört minaremidir?” cevabımda hayır demek isterdim ama bir sonraki soruya uygun bir cevap kurgulayamamıştım kafamda, istemeyerek “evet” dedim. Mimarbaşının cevabı ise “ben bu minarelerle İstanbul semasına Allah ve Muhammet yazdım.” oldu. Çok şaşırmıştım. Sinanın kullandığı teknik ebced hesabından başka bir şey değildi. Kısa olan minareler kırk dört metre uzun olan minareler altmış altı metreydi ve bunlar Allah ve Muhammet demek oluyordu. Toplamda Dört minare ve on şerefe olmasının da bir anlamı olmalıydı elbette; “Padişahımız istanbulun fethinden itibaren dördüncü ve Osmanlı Devletinin onuncu Padişahıdır” diye ekledi Sinan. Yapının kaba inşaatı bitmişti artık.
5. Kısım
İnce inşaat işlerinde ülkenin en iyi cam ustaları, en iyi demirci ustaları, en iyi çini ustaları ve en iyi mermer ustaları çalışmıştı. Yerleştirilen en ufak taşa kadar herşey çok özenliydi. Kimse aklında sorgulayamamalıydı ihtişamını bu yüce mabedin. Demirci ustası Davudi örsü öyle bir vurdu ki o demire, üzerine bir zerre toz konmaya cürret edemezdi Süleymaniyenin zümrüt gibi parlayan pencerelerine. Şerhoş İbrahim camı öyle döktü ki, bir çift göz tereddüte düştü, güneş yere değerken cami gerçekte ne renkti. Mermer ustası İsmail mermeri öyle bir şekillendirdi ki, inanmadı rüzgar, üzerinden geçtiği şeyi bir bir çift el nasıl yapar. Çini ustası Taha mürekkebi öyle bir sürdü ki seramiğe, kendi gözleri dayanamadı bu güzelliğe. Daha önce hiç şahit olmadığım bir kalabalığın içinde kaybolmuştum yoğun uğultu ve bulanık hava görüşümü engelliyordu. Kimsenin yüzünü göremiyordum adeta gözlerimin önünde sudan bir duvar vardı. Korku içindeki bağırışlarım havaya üflenen tömbeki dumanı gibi kayboluyor nefesim daralıyordu. Ayaklarımdaki ağırlık hareket etmemi engelliyor, kollarımı kaldırmaya güç bulmakta zorlanıyordum. Umutsuzluk çepeçevre sararken ruhumu birden aklıma hocam Koca Sinan geldi uğultu biranda yerini yine hiçbir yerde şahit olmadığım bir sessizliğe bıraktı gözlerimdeki bulanıklık kalktığında kalabalığın kaybolduğunu fark ettim. Bir binanın içindeyim yerdeki halıdan duvarlardaki motiflerden ve kubbesinin şeklinden cami olduğunu anladığım binanın güzelliği tüylerimi ürpertiyordu. Gitgide tanıdık gelmeye başlayan bu caminin Mimar Sinan’ın eseri Süleymaniye Camii olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Meraklı gözlerle bu eşsiz yapıyı incelerken yine tanıdık bir sima ilişti gözüme evet bu oydu otuz adım kadar uzağımda bana doğru bakan kişi Koca Sinan’ın ta kendisiydi. Yerimden hareket etmeye yeltendiğim anda hocamın bir şey söyleyeceğini fark edip yerimde bekledim. Koca Sinan konuşurken sesi öyle gür ve yankılı çıkıyordu ki bütün İstanbul’un bu sesi duyduğuna emindim. Tam olarak anlamadığım cümlesi beynime kazınmıştı: “Zannetme ki gördüğün gerçektir, gerçek olan başkalarının göremediğini gördüğünde belirir” Gördüğüm rüyanın etkisinden çıkamadan inşaatın yolunu tuttum. Rüyamı hocama anlatıp anlatmamak konusundaki kararsızlığım içten içe bir rahatsızlık veriyordu. Cami avlusuna geldiğimde telaşlı işçiler sırtlarındaki küpleri birer birer inşaatın içine doğru taşıdıklarını gördüm hiçbir anlam veremediğim bu olay hocamın yanına koşar adımlarla yaklaştıktan sonra netlik kazanmaya başlamıştı. Plana göre küpler caminin kubbesinde belirli yerlere yerleştirilecek ve caminin akustiğini sağlayacaktı. Yüzümdeki gülümsemeye engel olamamam cami inşaatı sırasında başıma ilk defa gelmiyordu. Hummalı çalışmalar sonucunda altmış dört turşu küpü aynen plandaki gibi caminin kubbesine yerleştirilmişti. İçerdeki uğultu yüzünden küplerin tam anlamıyla etkisini fark etmemiz olanaksız hale geliyordu. Mimarın sesi uğultuyu böldü: “camiyi boşaltın” yorgun işçiler ve ustalar gelen emirle camiyi boşaltmaya başlamışlardı. Mimarın sesi bir kez daha camide yankılandı “Ahmet usta bana bir adet nargile bul getir” kendi aralarında konuşan işçiler bu sesle donakaldılar. Kısa süreli sessizlik yerini daha büyük bir uğultuya bırakmıştı. Ahmet usta şaşkınlık içinde hızlı adımlarla inşaatı terk etti. Usta geri döndüğünde elinde kırmızı lacivert işlemeli gümüş şipsili bir nargile vardı. Caminin içine girerken bende binanın girişine kadar diğer ustalarla birlikte onu takip ettim. Kapıdan içeri doğru baktığımızda gördüğümüz manzara karşısında şaşkınlığımızı gizleyemedik. Koca Sinan caminin tam ortasında oturmuş nargilesini büyük bir keyifle fokurdatıyordu. Kendi arasında konuşan ustalara doğru ateş saçan bir bakış attı. Ustalar sustu ve avluya doğru yol aldılar ben gözlerimi nargileden ayıramamıştım bir anda fark ettim ki Sinan’ın nargilesinden duman çıkmıyordu ve nargilenin üstünde köz yoktu. Gözlerimi hocama çevirdiğimde bana baktığını gördüm yüzündeki sert ifade yerini kurnaz bir tebessüme bıraktı. Arkamı döndüm ve gönül rahatlığıyla camiden cıktım evimim yolunu tuttum. İlk sokağı döndüğümde cami inşaatındaki üç ustanın hararetli konuşmasına tanık oldum. İri yarı olan usta yüzünde ekşi bir ifadeyle karşısında duran Ahmet ustaya: “böyle iş olur mu? Koca Sinan’a hiç yakışır mı caminin içinde sefa yapıp nargile içmek? Yarından tezi yok saraya gidip durumu bildirmeliyiz bu işin sonunda hepimizin başı yanar söylemedi demeyin.” Ahmet usta onaylarcasına başını sallarken yüzündeki üzüntü ifadesi çok net şekilde belli oluyordu. Bütün gece bu olayı düşünürken muhteşem zeka sahibi mimarın caminin akustiğini sınadığının farkına varmıştım buna rağmen aklımdaki sorular tam anlamıyla netlik kazanmamıştı. Küpler neden tam altmış dört taneydi? Neden yaptığı sınamada nargile kullanmıştı? Bu sorularla boğuşurken göz kapaklarımın kapandığını fark ettim. İnşaatta olağan üstü hareketliliğe inat Sinan’ın ağır hareketleri içimdeki telaşı biraz olsun bastırmamı sağlıyordu. Vakit gelip çattı Padişah özel muhafızlarıyla birlikte bütün heybetiyle inaşaatın önünde belirdi. Ustamın yanından ne olursa olsun ayrılmamaya kararlıydım. Emin adımlarla padişahın huzuruna çıktı Sinan ve yine kendinden emin bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Şeref verdiniz Hünkarım emirlerinizi dinliyorum” Padişah konuşurken bütün İstanbul susmuş olmalıydı. “ Konuş bakalım başmimar benim camimin içinde nargile fokurdattığın doğrumudur?” Sinan ömründe hiç yalan söylememişcesine net bir cümle kurdu: “Doğrudur hünkarım” Padişahın ses tonu yükselerek ve kızgınlığını belli ederek ağzından çıkan kelimeler kulaklarıma geldiğinde korkumu saklamak için kendimi zorladım. “Nasıl olur daha görevini bitirmeden keyif yapma gafletinde bulunursun tez açıkla!” Sinan sakinliğini korumakda en az mimarlıkta olduğu kadar ustaydı. Biraz sonra duyacaklarımız eminim bizim kadar padişahında şaşırmasına sebep olacaktı. “Hünkarım, caminin kubbesine altmış dört tane küp yerleştirdik bu küplerin otuz iki tanesi bir sıra diğer otuz ikisi bir sıra şeklinde dizilmiştir. Bunları ağzımızdaki dişler olarak düşününüz, kubbeyi damak, yan kubbeler yanak boşlukları olarak düşündüğümüzde geri kalan tek şey gırtlaktan çıkacak olan ses olacaktır. Nargile fokurtusu insan sesinin yalın haline çok benzerlik gösterir bu sebeptendir ki caminin ortasında nargile fokurdatmışımdır. Belirtmek isterim ki nargile fokurdattığım doğrudur fakat keyif yaptığım doğru değildir. Ahmet ustayı bağışlayın çünkü o bilmez, ne ahenksiz ses ne de harmansız nargile keyif verebilir insana. Camimiz bir aya kadar bitmiş olacaktır.” Cami bir ay sonra tamamlanmıştı. Hazırlanan görkemli açılış töreni dahi caminin ihtişamı yanında sönük kalıyordu. Caminin anahtar getirildi ve Kanun-i Sultan Süleyman’a uzatıldı. Muhteşem Süleyman, “Önünde durduğumuz bu kapıyı açmak, bildiğimiz, öğrendiğimiz, gördüğümüz güzelliği değiştiren, Mimarbaşı Koca Sinan’a düşer” dedi ve anahtarı Sinan’a uzattı.
6. Kısım
Geçen sekiz yıl boyunca gördüklerimi ifade etmek istediğimde, bunu kelimelerle değil ancak ve ancak kendi yaptığım bir eserle olabileceğinin farkına vardım. Ne zaman ki kendi zekamı, kendi karakterimi, kısacası hayatımı bir eserde tam anlamıyla yansıtacağım işte o zaman gerçek anlamda bir mimar olmuş olacağım ve üzerinden 450 yıl geçse dahi insanlar binalarım hakkında şiirler, hikayeler yazacaklar.
Ben Mimar Hayruddin, bugün hocam Koca Sinan’dan aldığım görev sanırım hocamın benim için son sınavı olacak. Bosna yolundayım yolun sonu ya Koca Sinan’a yakışır bir öğrenci olmak ya da tarihin ışıksız odalarından birinde sonsuza dek kaybolmak olacak. Neretva nehrinin üzerine yapacağım köprünün yüzyıllar sonrasına kadar uzanabilmesini istiyor yüreğim. Çiğdim Pişmek dileğiyle.


Yağız Karasazoğlu & ÖZGÜR SAİMLER

2 Eylül 2013 Pazartesi

Hesapsız Tutku

Bir bahar günü. Bulanık bir görüntü zihnimde çocukluğuma dair. Sesler karışmış birbirine. Tam olarak odanın neresindeyim bilmiyorum. Televizyondaki renkler... biraz biraz hatırlıyorum birbirine karışmış şekilde. Sadece hislerim net bugün gibi yüreğimde...

Oda aydınlık ve koltukta bir adam televizyona bakıyor dikkatlice düşüncelerini bilmiyorum ama hislerini anlıyorum, çok net bugün gibi hatta...

Çok küçüğüm o gün, mantık kurmam imkansız sadece bir hissiyat var adamdan bana akan... Hissediyorum ne hissettiğini anlıyorum, hatırlıyorum, çok net bugün gibi aynı.

Bir şarkı hatırlıyorum yine o günlerden, sözlerini anlamıyorum sadece bir kaç kelimesini kavrıyorum onunla ilgili ama önemsiz çünkü hissiyatı büyük, ruhuma işliyor, duygularım yoğun bugün  olduğu gibi, aynı...

Tarif edemiyorum çok küçüğüm ufak bir çocuk, kelimelerle olacak iş değil gurur duyuyorum bu gururu hatırlıyorum, seviyorum nedensiz, karşılıksız, sevginin özünü hissediyorum bugün ki gibi, farksız.

Mutlu oluyorum televizyonda görünce neden bilmiyorum, güvende hissediyorum kendimi asla ayrılmayacağımızı düşünüyorum sanırım ömrümün sonuna kadar, daimi bir bağlılık aynı bugün devam ettiği gibi...

Bugün çok şey hatırlıyorum ona dair geride kalan ömrümden ve seviyorum... Bana kalan en anlamlı miras adamdan... baba yadigarı...hayatımın renkleri... anlatamıyorum ama kendime kızmıyorum çünkü öğreniyorum ki zaten anlatılmaz, özelliği bu, bu yüzden bu kadar seviyorum...